22 Şubat 2012 Çarşamba

bencillik paradoksları


bencillik kimilerinde kendini bariz şekilde gösterirken kimilerinde de sanki hiç yokmuş gibi. oysa hemen hemen her davranışımızda var olan bir olgu. hatta diğerkâm davranışlarda bile.. diğerkâmlık kişinin kendinden çok başkalarını düşünmesi olduğuna göre, peki bunun neresi bencillik denilebilir, işte paradoks  tam da bu noktada, birine bir iyilik yaptınız diyelim bunun sebebi o kişinin mutlu olmasından ziyade, sizin o davranışınızdan duyacağınız haz için aslında kendinize iyilik yapıyor olmanız, tipki escher'in birbirini  çizen eller'indeki (drawing hands) garip döngüdeki (strange loop) gibi bir döngüye girerek.

çeşitli romanlarda da bu paradoks cokca dile getirilmiş, en barizlerinden iki  örnek verirsek; birincisi, irvin yalom'un nietzsche ağladığında  (when nietzsche wept) romanından, niçe der ki;

"hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. insanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir.. sevdiğiniz insanları değil, bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz. siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil."

ikincisi ise elif şafak'ın araf romanından, romanın esas oğlanı ömer, esas kız gail'e aşık olmuş ve bunu kıza söylemesi gerektiği konusunda baskı yapanlara cevaben;

"neden hepiniz aşkımı itiraf etmemi istiyorsunuz? sevgililerimizi onlara duyduğumuz hisler konusunda ille de bilgilendirmeli miyiz? bunu ilan etmek, karşılığında bir şey istediğin manasına gelmiyor mu? her aşk ilanı bir bencillik bildirgesi değil midir?"

21 Şubat 2012 Salı

somuttan soyuta kaçış


"dünya dönüyor sen ne dersen de yıllar geçiyor farketmesen de" diye söylemiş nilüfer, hakkaten ne dersek diyelim dünya dönmeye devam ediyor, ve dünya döndüğü sürece hep bir yerden bir yere koşuş, bir şeylerden kaçış içindeyiz.

bir yerlere yetişme telaşını, koşuşunu anlamak güç değil, hele metropol insanı için hayatın sıradanlaştırdıklarından. kaçış ise bambaşka bir olgu, kimi zaman gerçekleştirilebilen, çoğu  zaman da sadece hayal olarak kalan. işte bu noktada somut ve soyut kavramları giriyor devreye.

somut ve soyut kavramları biraz çetrefilli aslında. somutu en basit haliyle; insanın kolayca ulaşabileceği, yanı başındaki diye tanımlarsak; insanların somuttan kaçmasındaki mantık ne olabilir ki? somut olan ulaşabileceğin mesafededir, elle tutulur, gözle görülür, hissedersin. bulundugun an'dadır.

soyut ise bunun tam tersine daha derinde, ulaşması zor olandır. ne gözle görebiliriz, ne de elle tutabiliriz, ama yine de garip bir çekiciliği vardır. soyutta nedir bu kendine çeken. imkansız gibi görünmesi mi yoksa gizemli olması mı?

işte insanlardaki eğilim hep bu şekilde; somuttan soyuta doğru. bulunduğumuz an'ı somut olarak düşünürsek, biz ya hep mazideyiz, ya da gelecek planları içinde. maziyi ve geleceği düşünmekten çoğu zaman "an" ı kaçırırız. işte bir süre sonra kaçırdığımız bu "an" da bizim için soyut hâle gelir. 

leyla, mecnun gibi kavuşamayan aşıkların örnekleri de hep buna uygun. acaba mecnun bu kadar sever miydi leyla'sını yanıbaşında olsaydı eğer? mecnun değil miydi çöllerde leylasını görüp de tanıyamayan? kafasındaki somutu öyle bir soyutlaştıyor ki kanlı canlı leyla'yı tanıyamıyor, ki tanısa bile durum çok farklı olmayacaktı elbette, çünkü onun aradığı soyuttaydı.

kısaca; "somuttan soyuta kaçış, yakın değil uzağa muhabbet "[cemil meriç, mağaradakiler] neredeyse her insanın doğasında var. çoğumuz yanımızdakinin, elimizdekinin kıymetini bilme özürlüyüz desem kabalık etmiş olmam sanırım. "yok kabalık ettin" diyosanız buyrun candan abla'dan sizin icin gelsin: "neden anlamaz insan yanındayken kıymetini/neden söylemez insan sevdiğine sevdiğini.."

aralik 2008, layti.