24 Aralık 2011 Cumartesi

filistin'de ölümü cok ucuza satin aliyorsun

ailesi bati seria'da yasayan filistinli bi arkadasla gorustuk bu aksam, eve gelince filistin’le ilgili konustugumuz kisimlari hatirladigim kadariyla yazayim istedim.



layti : mavi marmara'dan sonra kontrol noktalarindaki askerlerin filistin'deki halka karsi tutumlari nasil oldu, misal daha da agresiflestiler mi?

filistinli arkadas : yok oyle herhangi bi degisiklik olmadi, sadece son gidis gelislerimde bana oldu biraz.

layti : nasil yani?

filistinli arkadas : normalde filistin'e girip cikarken istihbarata falan bulasmadan rahatca girerdim, artik istihbarattan geciyorum.

layti : neler soruyolar?

filistinli arkadas : degisiyor, siyasi gorusumden tut, iste turkiye’de israil dusmanligi var mi? neden universite icin turkiye'yi sectim, baska ulke mi kalmadi gibilerinden.

layti : e sen ne cevap veriyosun bu sorulara?

filistinli arkadas : doktorum ben, siyasi gorusumun bi onemi yok, kim olursa olsun tedavi etmek zorundayim diyorum. tr disinda baska ulke mi yok sorusuna da "ben okula basladigimda siz 2 iyi arkadastiniz sonradan bozuldunuz ben napiim" demistim bi keresinde, israilli gorevli baya bi gulmustu.
- -
layti : az once kontrol noktalari diyoduk, ne kadar siklikta var bunlardan bir de askerlerin genel davranislari nasil, picin biri denk gelirse kafasina gore davranma hakkina sahip di mi?

filistinli arkadas : gazze icin, gazze bu konuda daha rahat, icerde hamas oldugu icin orada bizdeki gibi kontrol noktalari yok. bizde de cesitli araliklarla var iste. misal okulla evim arasinda 5 km vardi. arabayla gidiyoruz diyelim, sebepsiz yere "bu yolu kapattik simdi" diyebiliyorlar, boyle olunca da mecburen o kadar yolu yurumek zorunda kaliyorsun. ayni sekilde elinde esya vs. varsa da onlari mecburen kendin tasiyorsun. bir de tabii evet o anki askerlerden psikopatina denk gelirsen yok yere olmeyeceginin garantisi yok. bazen bana soruyorlar, "filistin'deki en ucuz sey ne?" diye, "ölüm" cevabini veriyorum onlara, ölümü cok ucuza satin aliyorsun burada.

layti: peki gecim nasil filistin'de tarim, hayvancilik gibi seylere izin veriyorlar mi?

filistinli arkdas : verimli topraklari zaten onlar aldilar, tel aviv mesela o kadar guzeldir ki, zaten kelime anlami da "bahar tepesi" demek. her neyse benim ailemin de kendine ait arazileri vardi, biz satmadik ama aldilar, vermicem diyemiyorsun, almak istiyorlar ve bir kilifina uydurup aliyorlar. simdi bi tane daha arazileri var, bizimkiler agac dikiyorlar diyelim, bi bakiyoruz yakmislar, daha sonra "zaten tarima elverisli bi yer degil ya" diyerek almalari daha kolay olacak boylece. kisaca her seyde disari baglisin, unesco'dan surdan burdan gelen yardimlarla fonlarla falan, el fetih iyi dileniyor...

layti : universite egitimi, kizlarin okula gitmesi vb. durumlar nasil?

filistinli arkadas : kiz, erkek farketmez herkes universite okuyor, yuksek ogrenime katilim oldukca yuksek, zaten baska yapacak sey yok ki. (layti notu: konu burdan yolsuzluklara geldi de nasil geldi hatirlayamadim simdi) acayip yolsuzluk var, her yerde oldugu gibi.. mesela kpss benzeri sinav oluyor bizde de, amcam okulunu birincilikle bitirdi, kpss benzeri sinava da her sene giriyor, hep birinci oluyor, atamasini yapmadilar, yok sicili kabarikmis, yok siyasi gorusu onlara uygun degilmis.

filistinli arkadas : siz burada cok sikayet ediyorsunuz, her sey de elinizin altinda ustelik, aradigin herhangi bir seye ulasmak o kadar kolay ki.. istanbul'a gelirken bile vize islemlerim icin o tarafa bizi almadiklari icin para vererek birine yaptirmak zorunda kaldim, oyle diyeyim.

20 Aralık 2011 Salı

aklından bir sayı tut


insanın 3 hakkı vardır der annemarie schimmel "sayıların gizemi/the mystery of numbers" adlı kitabında ve özetle şöyle der: 


ilk gerçek sayı olarak görülebilir 3 ve geometrik bir şekli oluşturan ilk sayıdır: 3 noktadan, duyularımızla algılanabilecek ilk düzlemsel şekil olan ucgen geçer. 


felsefe ve psikolojide, 3 sınıflandırma sayısı olarak kullanılır. zaman, mekan ve nedensellik birliktedir. platon'dan beri ideal; iyi, doğru ve güzelin bileşkesi olarak ele alınmıştır. 


mükemmellik ve bütünlük sayısı olarak 3, eski yunan ve roma'da kurban ayinlerinde de rol oynamıştır. özel günlerde tanrılara 3 hayvan sunulurdu. 


üçlülük, islamın mutlak tek tanrıcılığında bile kendisine yol bulabilmiştir. islam (teslim olmak) ve imanın (inanç) kuranik bölünmesi ihsanın (iyilik etme) eklenmesiyle artmış ve böylece dinin üç parçalı niteliği netleşmiştir. yasal kategoriler de üçün katları biçimindedir: haram (yasaklanmış olan), helal (yapılması caiz) ve musebbih (şüpheli). 


16. yüzyıl fransız düşünürü du partes'in sepmaine şiirinde de 3 şöyle betimlenir: 


"teklerin en eskisi, tanrı'ya yakışan sayı 
cennetin en sevgili sayısı, ki merkezdedir 
her iki uçtan da eşit uzaklıktadır, 
başı, ortası ve sonu olan ilktir.."

18 Aralık 2011 Pazar

kişisel tarihçemde yedigim muazzam ayarlar v2.

bu, eve gittigim yani ailemin yanina gittigim günlerden birinde oluyor. bir zamanlar kendini desktop zanneden emektar bir laptopum vardi, onun kablosu oturduğum yere ulaşmadığı için üçlü priz ve 2 metre uzunluğundaki kablosuyla beraber hos bi goruntu olusturmuyordu tahmin edersiniz. tabii bir de şarjdaki kardeşimin telefonu ve benim telefonuma ek olarak, bir de o siralar wireless sorunlu oldugu icin kirmizi internet kablomla birlikte odamda mutlu mesut yaşarken temizlik yapmakta olan annem kapıda görünür, ve:

"bağırsaklarınızı saçmışsınız yine.."



evet yarin pazartesi (alinti)

"...ertesi gün sıkıcı bir sabaha başlayacaktı. kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. ‘iş avutur’ derdi babası. o böyle avuntu istemiyordu. bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendini tekrarlıyordu. yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahattı. çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. ne kolaydı onlara uymak! gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. çabasız. ama biliyordu: yetinemeyecekti. başka şeyler gerekti. güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi..."

yusuf atılgan, aylak adam, s. 41

kişisel tarihçemde yedigim muazzam ayarlar v 1.

aldığım yüksek lisans derslerin birinde, biraz daha acacak olursam rus ekolünden yetişme bulgar bir hocanın dersinde gecen diyalog buna en sağlamından bi örnek. rus ekolünden gelme hoca; sağlam fizikçi, landau'yu dünya gözüyle görmüş, liffshitz ile çalışmış vs. ama türkçe bildiği kelime sayısı çok kısıtlı 3-5'i geçmez.

bir gün derste hoca bişeyler anlatıyor, sanırım sınıftakiler olarak (5-6 kişi falan) biz de mal mal adamın suratına bakıyoruz. sonunda adam dayanamayıp (ingilizce olarak):

"siz benim türkçe bildiğim kadar fizik biliyorsunuz!"

tabii ki sınıfça cevâb veremedik..

17 Aralık 2011 Cumartesi

ben gamlı hazan sense bahar..

(behiye aksoy yorumu)

nedendir bilmem bu sabah bu  şarkıyı mırıldanarak uyandım, aklımda kaldıgı kadarıyla şarkının şöyle bir hikayesi olduğu rivayet ediliyor. zamanın trt radyosu sanatçılarından rahmetli melehat pars'a genç bir çocuk gider ve sizden özel ders almak istiyorum der. melahat pars bunu kabul eder ve derslere başlarlar. bir süre sonra bu genç adam kendisinden yaşça büyük olan melahat pars'a aşık olur ve kadın bunu fark eder. oldukça yetenekli bir çocuk olduğu için hevesini kırmak da istemez tersleyerek, "senle mi uğraşacağım bu yaştan sonra bir de, git işine" demek yerine o bu şarkıyı bu genç adam için besteler ve bu güzel eser oluşur.

Artvinli Halil Kaptan (nami diger sir Arthur Compton)

3 yil once yillardir calismayan compton deney duzenegini calistirmam soylendiginde, oradaki radyoaktif maddelerle oynarken sonumun madam curie gibi olacagindan fena tirsip saglam sacmalamisim. bu sacmalamam bosa gitsin istemedim. (aslinda az biraz eylenceli bile sayilabilir.)

15 kasim 2008

1927 yılında fizik nobel ödülüne layık görülen artvinli halil kaptan, baba tarafından erzurumlu, anne tarafından ise boşnak göçmenidir. artvinli halil kaptan'ın özel eşyalarının ve deney çalışmalarının sergilendiği salonda, gözlerden uzak köşedeki cam fanusun içinde bulunan deri kaplı defter, bilim adamının özel hayatına dair bilinmeyenleri gün ışığına çıkarmasının yanısıra, bilim tarihçileri için de eşşiz bir kaynak olarak görüldü.
bilinmeyen yönleriyle halil kaptan, meryem ve piyer curie çiftininin anlatıldıgı 43. ve 72. sayfalar arası gerek göz yaşlarının mürekkebi dağıtmasından dolayı gerekse de aradaki eksik sayfalar olması sebebiyle çözümleyebildiğimiz kadarıyla şu şekildeydi:
"yıllar önceydi, çok da güzeldi, bir fizik labında başladı her şey.. yan komşumuz meryem curie bir gün elinde bir kase tarhana çorbası ve bir metal kutu içinde garip bir maddeyle çıkageldi. o sıralar bizim hatunla aram biraz açık oldugunu bildiği için ben deneyimi yaparken aç kalmamayım diye düşünmüş, kocası piyer'i evde yalnız bırakmak pahasına gelmişti. melek gibi bir kadındı meryem, ama keşke mutfak konularında da kimyasallarda oldugu kadar başarılı olabilseydi.. tarhana çorbasından bir kaşık aldım, tadı kötüydü ama çaktırmadan içmeye devam ettim, meryem'i üzmek en son isteyeceğim şeydi. sonra niyeyse aklıma o metal kutuyu sormak geldi. biraz tereddüt etti, heycanlandı.. ne diyeceğini bilemez haldeydi. "istemiyorsan söylemek zorunda değilsin" diyerek konuyu değiştirmek amacıyla yapmaya çalıştığım deneye getirdim, o sıralar gama ışınıyla ugrasiyordum, ve bu gama ışını kullanarak fotonun ne gibi özelliklerinin oldugunu anlamaya çalışıyordum. ışığın dalga özelliğini biliyorduk o zamanlar araştırdıgımız konu ışık sadece bir dalga mıydı? yoksa bizimle dalga mı geçiyordu? bir türlü karar veremiyorduk,, bu fotonu bir elektronla çarpıştırma aşamasındaydık (compton scattering), ilginç şekilde fotonun dalga boyu değişiyordu. ama asıl ilginç olan tabi ki bu değildi; bu çarpışmadan sonra enerji ve momentumun korunuyor olmasıydı..
ben bunları anlatırken meryem'in kafasının tamamıyla başka yerde oldugunu sezdim. tam da ona gama ışını kaynağı olarak bize verdiği radyoaktif madde için teşekkür edecektim ki, ikide bir getirdiği metal kutuya bakıp durması dikkatimi çekti. sonra birden "halil kaptan, ben yeni bişey buldum ve bunu henüz piyer bilmiyor" dedi. o anda bana ne kadar değer verdiğini anladım, kocasından bile gizlediği şeyi gelip bana anlatmıştı. mutlu olmuştum, gurur duymuştum., nerden bilebilirdim o maddenin meryem'i bizden alacağını, bilseydim izin verir miydim, yaklaştırır mıydım yanına.. gayet cool bir şekilde, "evet meryem, dinliyorum seni" dedim. meryem hızlıca özet geçti ve bu maddenin isim babasının benim olmamı istediğini söyledi. şaşkın şaşkın suratına baktım, eski platonik aşkım yoksa aşkıma karşılık mı veriyordu? anlamış mıydı onu delicesine sevdiğimi? "hayır bunu anlaması imkansız" diye düşündüm.. ona olan aşkımdan haberi yoktu; çünkü, ona "seni seviyorum" demem, "sen de beni sev" anlamına gelmeyecek miydi? "bencillikten başka birşey değil bu" diye düşünerek bu sırrı kendimle birlikte mezara götürmeye karar vermiştim. heyhat ki piyerle iş arkadası olmam nedeniyle, meryem'le onu tanıştıran da bendim.. artık olan olmuştu kendime verdiğim sözü hayatım boyunca unutmadım ve ona en küçük bir rahatsızlık bile vermemek için meryem'e hep dostça yaklaştım...
-          -    -
"radyum" kelimesi dökülüverdi dudaklarımdan. "evet evet radyum olsun bu maddenin adı" diye devam ettim ve meryem hiç itiraz etmeden kabul etti. radyum'u seçmemin elbette bir sebebi vardı. kimyacılar bayılırdı kısaltmalarla elementleri anlatmaya, mesela 1a grubu elementleri akılda tutmak için için "haydarpasa lisesinin nankör kimyacısı rabianın cesedini fırlattı" diyen onlar değil miydi? radyum'un bu cümleyi oluşturan elementlerden farklı, her gece başımı yastığa koymadan ettiğim duanın baş harflerinden oluşuyor olmasıydı; "rabbim adını duymayayım, yaşlanmadan unutayım meryemimi" cümlesini oluşturan kelimelerin baş harfleriydi, garibim meryem nerden bilsin bunu, tabi ki bundan ona hiçbir zaman bahsetmedim, bahsedemedim..                                                   
  (marie-pierre curie)
birkaç yıl sonra piyer'in işi nedeniyle meryem ve piyer, piyer'in memleketi olan fransaya döndüler, ve gitmelerinden sadece 1 yıl sonra piyer mektubunda meryem'i kaybettiğimizi, ve meryem'in çalışmalarına kaldıgı yerden devam edeceğini anlatıyordu.. radyum sebep olmuş dediler meryem'in aramızdan ayrılmasına, oysa durum çok farklıydı...

16 kasim 2008

günlük şöyle devam ediyordu:
"meryem'in acı haberini öğrendiğim günlerde bütün çalışmalarıma boş vermiştim, oysa kuantum fiziği ile ilgili çalışmalar hız kazanmış, her gecen gün yeni şeyler ortaya çıkıyordu. ilk başta çoğu inandırıcı gelmese de, deneysel çalışmalar ile doğruluğu kanıtlanınca şaşkınlığımız artıyordu, aynştayn abi'nin de dediği gibi yaşamak için olağanüstü yıllardı.. plank sabitim sabitim türküsünü tuttururken, almanyalı hasanberk de konumunu bildiğimiz bir cismin momentumunu bilemeyiz diyordu. ya kafayı kedisiyle bozmuş şöridingil'e ne demeliydi. dalga fonksiyonu diye bi'şey tuttumuş gidiyordu. bilim dünyasında bütün bunlar yaşanırken bir gün "madam anna de brogley" diye birinden bir mektup aldım. mektubunda şöyle diyordu;

"sevgili halil kaptan,
bu mektubu size yazıp yazmama konusunda çok kararsız kalsam da meryem'in en yakın arkadası olarak bilmeniz gereken bir takım şeylerin oldugunu düşündüm.
sizi ismen uzun yıllardır tanıyorum, meryem bana yazdıgı mektuplarda hep hayranlıkla bahsederdi sizden. sonra fransa'ya geldiklerinde de bana hep sizi ve çalışmalarınızı anlattı. biliyorsunuz malesef meryem fransa'ya geldikten sadece 1 yıl sonra aramızdan ayrıldı, bu 1 yılı piyer'e 10 yıl gibi yaşatmış hayatı ona zehir etmişti..
"diş macununu ortasından sıkma diye kaç defa söyleyeceğim sana piyer", "şu nutella'yı buzdolabına koymayacaksın demedim mi sana, sonra donuyor tadı kalmıyor", "nitrojen kokusundan da nh3 çözeltilerinden de bıktım artık", vb. şeklinde devam eden söylenmeler piyer'i canından bezdirmişti. piyer bunları meryem'in ülkesinden, insanlarından uzak kalmasına bağlasa da ne yapacağını bilemez haldeydi. bir türlü memnun edemiyordu karısını. üstüne bir de erken menapoza girmesi eklenince büsbütün çekilmez olmuştu meryem. fransa'ya dönmekle hata mı yaptık acep diye düşünse de, akademik kariyerlerinde ilerleme kaydedebilmeleri için bir avrupa ülkesinde bulunmaları şarttı, "nobel var işin ucunda boru mu bu" diye dert yanmıştı bir gün bana da..
oysa bilmiyordu hiçbir şeyden haberi yoktu zavallı piyer'in; meryem size aşıktı, hem de delicesine. piyer'i hayatı zehir etmesinin tek sebebi buydu. meryem size olan hayranlığının piyer tarafından farkedildiğini düşünüyordu. meryem'in gizemli ölümünün bütün bunlarla bir alakası olabilir mi diye düşünmekten kendimi alamıyorum ve bunları siz de bilin istedim...
selametle, yengeye selamlar.
madam anna de brogley"


16 Aralık 2011 Cuma

suursuzca uyumak..

uyku.. sanirim en buyuk zaafim.. bi insan gunde 115 saat uyuyabilir mi? yogun bakimda olan bi hastadan bahsetmiyorum, ya da kis uykusuna yatan herhangi bir hayvandan.. ben, evet bildigin ben basariyorum bunu, sonra uyandigimda mal gibi gecmek bilmeyen bas agrisi cekiyorum. uykunun depolanamadigini bildigim halde niye boyle yapiyorum hicbir fikrim yok, zaten kafa yordugum da yok, dunku gibi bokunu cikarttigim durumlar disinda..

aksamlari erken yatmasini bilmeyen bunye sabahlari 6-6bucuk civari uyaninca bi sekilde o gununu 2-3 saatlik uykuyla gecirebiliyor, ama bu ayni sekilde en yogunundan birkac gun daha devam edince o zaman bunye alarm vermeye basliyor, hele de haftaya yol yorgunluguyla baslandiysa, "iste simdi sictik layti" diyor. mesela bunlardan biri, dun okuldan gelince ustumdekileri bile degistirmeden ustumdeki kot ve badiyle oylesine uzandigim yatakta sizip kalmam ve en az 5 defa calan telefonumu duymamam ya da mesgule almam.. bi insan bu kadar suursuzca nasil uyur ya? normalde sabahlari ekstra biseye gerek duymadan annemin sadece "hadi kizim kalk" demesiyle uyanan ben calan telefonlari mesgule aldigimi ya da acmadigimi hatirlamiyorum bile. beni bikac defa aradiklarini soylediklerinde kesin telefonum calmamistir falan diye aklimdan gecirip, telefonu kapatip son arayanlara bakinca gayet de arandigimi farkip, suursuzluguma kufrediyorum.

adi ustunde suursuzca niye boyle kizginim kendime? kizginim cunku dedemin ameliyat oldugunu ve tekrar yogun bakimda oldugunu bu salakca uykum yuzunden bugun ogreniyorum. daha once ogrensem belki gidebilirdim ama "zaten biz de goremiyoruz dedeni, gelsen de bisey degismeyecek" demeleri fena halde kisitliyor. sukur ki iyi gecmis ameliyat, tek tesellim bu simdilik, ama bu uyku yuzunden "dunya yikilsa haberim olmayacak"i idrak etmem kendime ne kadar kufretsem az dedirtmeye devam ettiriyor maalesef.

neyse diyecegim o ki, iyi uykular layti, hatta sen hic rahatini bozma uyumaya devam et layti..

8 Aralık 2011 Perşembe

Yerdeniz Uclemesi


Gece gece ursula k. le guin kitaplari okumayi cok ozledigimi farkettim ve yine cok sevdigim meltem gurle'nin bi yazisinda da bahsettigi gibi ursula teyzem alisveris listesi yapsa onu bile okurum diyecegidim ki yerdeniz beslemesinin 4.sunu ve 5.sini hala okumamis olmami neyle aciklarim bilemedim. madem bu kadar seviyorum, gidip konusamayacagima gore (oehh layti!) 2009'da kitaplari okuduktan sonra ne hissetmisim bi goz atayim dedim, ve hemen asagiya kopyaladim.

- - -

bazı kitapları okuduktan sonra "niye bitti ki şimdi bu" diye üzülürsün ya, yerdeniz üçlemesi de işte o hiç bitmesin istenilen kitaplar listesinin ilk sıralarındadır. en son tutunamayanlar'ı okuduktan sonra yol arkadaslarım selim ışık ve turgut özben'den ayrılmak çok koymuştu. şimdi de yerdeniz'den sonra ged, tenar ve arren'den ayrılmak, o büyünün içinden dışarı çıkmak çok zor geldi. ged kapatma rünü yapsaydı da üçlemenin içinde kilitleseydi keşke beni. gont adasından ged ile birlikte yolculuğa çıkıp oigon usta ile bilgeliğin sırlarına ulaşabilmeyi, oigon'un yanından ayrılırken "hamdım piştim yandım" diyebilmeyi ne kadar isterdim. daha sonra tenar'a yol arkadaşı olup onun yalnızlığını paylaşabilseydim karanlıklar içinde. ged'le arren'le birlikte ufkabakan'a binip okyanuslar üzerinde günlerce seyahat edebilseydim. hatta tenar'la oigon usta'yı da yanımıza alırdık, çantamızda bulunan sokak simitlerinden bir yandan acıktıkça yiyerek bir yandan da martılara atarak yolculuğumuza devam ederdik. evimiz ufkabakan olur, üstümüzde yıldızlı gökyüzü.. bir insan daha ne ister ki?



yerdeniz büyücüsü, yerdeniz üçlemesi/beşlemesinin ilk kitabıdır, orjinal adıyla "a wizard of earthsea". ilk olduğundan belki de en bi sevdiğimdir üçleme içinde. ged'in büyümesine şahit olurken, onunla birlikte büyüdüğünü hissedersin. onun gölgeyle savaşında kendi gölgelerimizin nasıl da kölesi olduğumuzu fark ettirir insana. bu savaşı o kadar güzel somutlaştırmıştır ki ursula le guin, kendinle savaşmanın bütün düşmanlarla savaşmaktan çok daha zor olduğunu bir kez daha idrak edersin.

ayrıca kitapta le guin kişilerin gerçek isimlerini bilmenin öneminin üstünde çok durur. "kim bir adamın ismini biliyorsa, onun hayatını avuçlarının içinde tutuyor demektir" der. tam bu noktada insanın aklına elif şafak'ın araf'ı gelir. onda da "aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. isimleri insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir." diyordu. acaba elif şafak, ursula le guin'den mi etkilendi diye düşünmeden edemiyor insan.


bunlar da ursula asiklarina altin vurus niyetine:


5 Aralık 2011 Pazartesi

saatleri ayarlama enstitüsü



bazı kitapların okunması için belirli bir zamanı olduğuna ciddi ciddi inanıyorum. yani o kitabı kendi yeri ve zamanında okuyunca kişiye ifade edeceği anlam da ona göre değişiyor. "saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insan, yani zaman ve mekan, insanla mevcut" değil miydi zaten? saatleri ayarlama enstitüsü'nü lise yıllarımdayken okuduğumda, öylece "güzel roman" demiş olma ihtimalim yüksek. ama sonradan tekrar elime aldığımda ise hasta siempre diyorum, tanpınar'ın o nerdeyse altı çizilecek her cümlesine hayran kalmamak mümkün değil. romanın temel konusu toplum olarak modernleşme sürecine adapte oluşumuz! olmasına rağmen (daha sonrasında yazılmış olsa da) feci şekilde tutunamayanlar tadı aldım ben. nasıl tutunamayanlar'da turgut özbenliği'ni selim'in ışığında arıyorsa (bkz: tutunamayanlar/#5766979), saatleri ayarlama enstitüsü'nde de hayri irdal, halit ayarcı'nın ayarlarıyla (yani onun ışığında diyebiliriz) modernleşme sürecini bir arafta kalan, bir tutunamayan olarak irdeleyen kişi olarak karşımıza çıkıyor.

hayri irdal, bütün arafta kalanlarda olduğu gibi mutlu olmayı bir türlü başaramayan bir insan, bütün sıkıntılarından kurtulmuş olsa bile kendi kendine yeni dertler üretenlerden. kızının da dediği gibi kabahati üzerine yüklenen insanlardan olmuş hep. idealist, realiteyi göremeyen, hala eskide yaşayan bir adam. eskiye özlemi hep mevcut, ama yeniyi bırakmak da bir türlü işine gelmiyor. yani ne bir lokma bir hırkaya yanaşıyor, ne de fazilet/huzur gibi özellikleri barındırmaktan aciz olan yeni hayatını içine sindirebiliyor. aslında tıpkı çoğu insan gibi o da yeniliği kendisine ucu dokunmamak şartıyla seviyor.

halit ayarcı ise modernleşme olayını bütün kalbiyle inanan, her haliyle kabul eden ve de soyadıyla müsemma olarak ayarlarıyla dengeyi sağlayan, sağlamaya çalışan biri olarak karşımıza çıkıyor. toplumun ne istediğini çok iyi biliyor ve ona göre davranmasını da, yani etik olup olmaması çok umrunda değil. kitleler bunu istiyor, o zaman kitleleri bunu verelim mantığı hakim biraz biraz. ama başta da dediğim gibi buna kendisi de inanıyor, yani inanmadığı bir şeye kalkışmıyor. en basitinden hayri irdal'in sürekli irdelediği her olayda olduğu gibi, bir türlü kabul etmek istemediği baldızının iğrenç sesi üzerine yorumu bile bize bunu gösteriyor: "çirkin, diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. sesi kötü diyorsunuz, şu hâlde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. kabiliyetsiz diyorsunuz, o hâlde muhakkak orjinaldir."

tanpınar bu iki kişi ve onların çevresini anlatıyor göründüğü bu romanında o zamanların topluluk halinde rüya gören türkiye'sinin de aslında minik, trajikomik bir tasvirini yapmış bize. tabii bu tasvirleri yaparken o müthiş edebî yönünü görmezden gelmek çok büyük haksızlık olur. romanda geçen alelade bir adamın sesini tasvir ederken kullandığı şu cümleler bile kendine hayran bırakmak için yeterli: "ses diye işte buna derlerdi. bu halit ayarcı'nınkinin de üstünde, daha marifetli, daha kudretli, yüzlerce mâna ile zengin bir şeydi. hem iltifat ediyor, hem geriye alıyor, kucaklıyor, itiyor, üstüne çıkıyor, yan yana, kol kola yürüyordu." veya romanın kahramanının okul hayatının geçtiği yılları anlatırken yaptığı okul tasviri: "mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan "ne olacağım" sualini geciktirir. bırakın ki vaktinde yetişir, sonuna kadar sabreder, aktarmaları tam zamanında yaparsanız, içindekini behemehal bir yere götüren trenlere benzer." en basitinden bu cümleyi okuduğumda sadece kendi hayatımda bile "ne olacağım" sorusunu üniversite son sınıfa hatta daha sonrasına erteleyen bir sürü insan tanıdığımı farkediyorum, en başta kendim de buna dahil olmak üzere...

gece gece daha fazla uzatmayayım her tanpınar'la ilgili yazdığım entryde olduğu gibi bu sefer de geleneği bozmayarak; okuyunuz, okutturunuz efendim diyorum ve kitabın hemen girişindeki izzet molla'dan alıntı cümlelerle bu enrtyi noktalıyorum.


bihakk-ı hazret-i mecnun izâle eyleye hak
serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı**


**kafamda akıl derdinden biraz eser kaldı, onu da hazreti mecnunun yüzü suyu hürmetine allah yoketsin (bkz: #13033805)


(10.03.2010)

out of place / yersiz yurtsuz

edward wadie said "yersiz yurtsuz"’u yani kendi kaleminden kendi hikâyesini, lösemi hastası oldugunu öğrendiği sıralarda hastalığıyla baş etme biçimi olarak verdiği tepkilerden biri olarak ve aynı zamanda onu siyasî hayatından olabildiğince uzaklaştırdığı için onu kamçılayan yepyeni bir heves olarak görüyor ve bu müthiş kitap ortaya çıkıyor.

bu yeni hevesi aslında kitabı yazdığı zamanki yaşamıyla, eskiye dair yaşamı arasındaki zamansal ve mekansal uçurumun iki yakasını bir araya getirme ihtiyacından kaynaklanıyor.
kitapla ilgili ayrıntılara geçmeden önce, kitap edward said’in yaşamı ve anıları çerçevesinde bir nevi o yılların ortadoğu’suna (filistin, lübnan iç savaşı, kahire, mısır,vs.) ve amerika’sına ışık tutması bakımından önemli. edward said son derece samimi, içten ve kompleksiz bir şekilde bütün hayatını döküyor ortaya.

kitabın büyük bir bölümünde çocukluğuna ve gençliğine yer vermiş said. 1 kasım 1935 yılında kudüs’te dünyaya gelmiş. 4 kız kardeşi var, baba işadamı, anne ev hanımı. annesiyle çok garip bir ilişkisi var, çoğu zaman annesine babasından çok daha yakın, hatta babasıyla aralarında köprü görevi gören anne. genelde yaramaz bir çocukluk geçirdiğinden evde anne-baba zaman zaman sıkı yönetim uyguluyor ama yine de zamanına göre çok fazla kitaba ve filme ulaşma imkanı var. annesiyle okumalar yapıyorlar, ve en sevdiği zaman dilimlerinden biri bu anlar. annesiyle garip bir ilişkisi var demiştik; edward said annesi yanında olmadıgında sevdiği bir şeyi yapmanın ihanet oldugu hissine kapılıyor çoğu zaman. ve yine aynı anne durduk yere “çocuklarımın hepsi de benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu” diyerek şaşırtabiliyor. annesi kardeşler arasında uzlaşmayı teşvik etmek yerine tam tersine genelde rekabete sebep oluyor. hatta annesiyle ilgili anlattıgı bir anektodu ister istemez akla gofret beyin’in “anneye fak yu demek” entrysini getiriyor :

“arapça konuşmayı kesip ingilizce’ye döndüğünde, ana dilindeki bağışlayıcılığı, nağmeli yakınlığı handiyse kapı dışarı eden, daha nesnel, daha resmi bir hava oluşuveriyordu birden (s.17)” ( http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=26427459 )

çocukluğunun büyük bir kısmını kahire’de geçiriyor yazları dûr ve filistin’e gittikleri de oluyor ama çoğunlukla kahire’de. kahire’de bir ingiliz okuluna gidiyor, okulundan nefret ediyor çünkü çoğu zaman orada mutsuz, diğer öğrencilerin onun mısırlı oldugunu düşünmelerine rağmen onu hep “iğreti” buluduklarını düşündüğünden olsa gerek. filistin ise hep aklının bir köşesinde. halası mısır’da filistinliler için çok ugrasiyor çoğu zaman da kimseden yardım almadan, bir başına bu insanlarla birlikte oluyor, onlar için elinden ne gelirse yapıyor. kısacası filistinli mültecilere kol kanat geriyor.

edward said çoğu zaman eğlenmesine fırsat bırakmayan programların, ödevlerin arasında kapana kısmış gibi hissediyor kendini, uykuyu pek sevmiyor bu özellikleriyle “allahım uykuyu sevmeyen insanlar da varmış demek ki bu dünyada” dedirtse de tavlada pulları olması gereken yerlere koymak için hep eliyle sayması, ve nişan alırken tek gözünü kırpamaması gibi özellikleriyle de yalnız değilmişim dedirtiyor. hatta ortaokul yıllarındayken fen bilgisi dersinde mikroskoba tek gözümü elimle kapamadan bakamayışımı aklıma getiriyor.

ona "edward" veya "said" denilmesinden hangi ülkede veya nasıl bir okulda oldugunu anlayabildiğimiz edward said’e “ed” denilmeye başlandığı anda anlıyoruz ki artık amerika’da. yüksek öğrenimini tamamlamak üzere princeton üniversitesine başlıyor, daha sonra masterını ve doktorasını da harvard üni.de devam ediyor. doğal olarak kendini burada da yabancı hissediyor. amerikalılarla ilgili düşündükleri de; genelde onların samimiyetten ve derinlikten yoksun olduklarını hissediyor ve onların samimiyet zannettiklerinin yüzeysel bir şakacılıktan ve takım arkadaslarına özgü şişirme bir coşkudan ibaret oldugunu düşünüyor.

enetellektüel kimliğine ayrıntılı bir şekilde değinmese de kitaptan sonra akılda kalan lukacs, sartre, heidegger, kierkegaard, nietzsche, freud gibi düşünürler, müzikte ise özellikle beethoven ve wagner’in ele alındığı her türlü eserin edward said’in oldukça ilgisini çekmesi onun entelektüel kişiliği hakkında yeterince ipucu veriyor.

kitabın sonlarına doğru anlıyoruz ki said’in hep şikayet ettiği “yabancı” veya “yanlış” olmayı artık pek sallamadığını hatta “doğru”, “yerli yerinde” olmaktansa yersiz yurtsuz dolanıp durmayı, bundan böyle de hiçbir yerde kendini pek de evinde hissetmeyecek olmayı daha iyi bulduğunu görüyoruz.

(18.02.2009)  

masumiyet müzesi

bayram tatili için yola çıkacağım için yolda okumalık aklımda birkaç kitap varken onları bulamayıp "ne alsam, ne alsam" diye düşünürken, gözüme çarptığı için o anda almaya karar verip -3,4 gün içinde okuduğum- akıcı bir orhan pamuk romanı. çok fazla reklamı yapıldıgından mıdır, ya da sözlükte gördüğüm kitabın 2. cümlesi gibi eleştirilerden midir bilmem beklentilerim çok yüksek değildi açıkçası, ama okuduktan sonra çok muhteşem bir kitap diyemesem de kötü bir kitap olduğunu söylemek de haksızlık olur.

roman, 70'li 80'li yılların türkiye'sinde geçiyor. romanın ana konusu takıntılı bir aşk ta olsa bu aşkın gerisindeki o yılların istanbul'unu anlatması bakımından da önemli. nedir bu geri plandakiler; peyami safa'nın fatih-harbiye'si ya da ahmet hamdi tanpınar romanlarından alışık oldugumuz modernleşme ve özentilik arasındaki gitgellerimiz, ne tam batılı ne de doğulu gibi davrandığımız (özellikle bunun üstüne basılıyor; roman kahramanlarının bazılarının kılık kıyafet olarak tam bir batılı gibi görünse de, hatta batı'da eğitimini tamamlamış olsa da kafa yapısı olarak hala "elalem ne der" diye düşünmekten öteye gidememeleri) şehirlilerin taşralıları küçümsemesi - daha doğrusu sonradan bir şekilde zengin olup anadolu'dan gelenlerin istanbul sosyetesine karışmalarını sindirememeleri, ve yine modernleşme çerçevesinde bazı tabulara olan yaklaşım; bekaret vs., türkiye'de her 10 yılda bir yapılan ihtilaller, sokağa çıkma yasakları, özgürlükler...

özgürlüklerle ilgili, roman kahramanınlarından birinin o yıllardaki sinemalardaki sansür kurulundan bahsederkenki şu cümlesi günümüzde de ne kadar özgür oldugumuzu göstermesi açısından dikkate değer:

"hayal hayati'ye göre islamiyet, atatürk, türk ordusu, din adamları, cumhurbaşkanı, kürtler, ermeniler, yahudiler ve rumlar hakkında hoşa gitmeyecek yorumların ve edepsiz aşk sahnelerinin dışında, türkiye'deki sinema aslında özgürdü. (s.368)" [günümüzdeki özgürlüklerle ilgili ilk akla gelen örnek için: (ara: youtube* engellenmesi*)]

bunlar dışında aslında bir aşk romanı demiştik; romanın kahramanı aşkını "eşya"larla anlatıyor bize, ki masumiyet müzesi fikri de bu eşyalardan ortaya çıkıyor; "çinliler eşyaların ruhu olduguna inanırlarmış" (s.422) derken nasıl bir yerde bir müzik duydugumuzda o müziği daha önceden dinlediğimizdeki yaşanmışlıklar aklımıza geliyorsa, aynı şekilde eşyaların da o yaşanmışlıkları hatırlatacağını üstüne basa basa gösteriyor. öyle ki bu eşyaların her biri tek tek bir "an"a tekabul etmekte (4213 izmarit, 1593 akşam yemeği gibi) ve aristo'nun dediği bunları birleştiren çizginin de "zaman" oldugunu fark etmek kimi zaman can acıtıcı olabilmekte. işte roman da roman kahramanının bu gerçeği idrak etmesiyle; yani "eğer anları birleştiren çizgi zamanı oluşturuyorsa, eşyaları birleştiren çizgi neden bir hikayeyi oluşturmasın" demesiyle ortaya çıkıyor.

(09.12.2008 21:08)

leibniz üzerine beş ders


gilles deleuze'nin 5 dersini içeren, ulus baker tarafından türkçeye çevrilmiş kabalcı yayınevi kitabı. okuduğum ilk deleuze kitabı olmasına rağmen benim için bir bakıma deleuze'e giriş kitabı da olmayı başardı. çünkü deleuze okuruyla bütünleşmesini bilenlerden; kitap derslerden oluştuğu için de koptugunuz anda deleuze yakalıyor sizi hatta o kadar ki kendinizi deleuze ile konuşurken bulabilirsiniz. gerçi bazı yerlerinde de ne diyor bu adam diye şaşırıp kalabiliyorsunuz. bir örnek vermek gerekirse; 3.dersin ortalarında derse bir müdahele olur ve deleuze'nin tepkisi;

"... ya... vah vah...yazık.. beni perişan etti... biliyorsunuz, konuşmak çok kırılgan bir şey. yazık.... ah yazık... istersen bir gün seni bir saat bırakayım, konuş; ama şimdi değil... yazık... kara delik gibi..." (bu dersi canlı dinleyenlerden biri olsaydım, sanırım bu konuşmadan sonra gülmekten iptal olup dersi dinleyemezdim)

"felsefe yapmak kavramlar yaratmaktır!" kitabın çoğu yerinde karşımıza çıkacak olan mottosu. deleuze felsefe kavramlar yaratmaktır, filozof da kavram yaratandır der. işte bu açıdan leibniz önemlidir ona göre çünkü o en olmayacak gibi kavramların yaratıcısıdır. leibniz muhatabına göre yazar. muhatabının zekasına ilşkin bir tahminde bulunup ifadelerini buna göre şekillendirir. başka bir derste de der ki leibniz in metinlerinden sakınmak gerek, çünkü bu yazılar her zaman belli kesimlere ve hitap edilen kişilere uyarlanmıştır. yani yargılamadan önce kime hitap ediyor acaba burada diye düşünmek gerek. bu açıdan spinoza'dan farklı leibniz, leibniz muhatabına göre yazarken spinoza sadece filozoflar düşünürler için yazıyor; her seviyeye ineceğim diye uğraşmıyor.

kitabın büyük bir kısmında analitik önerme ve sentetik önerme nedir ne değildir diye bahseder. bunun için; (bkz: felsefenin öyküsü/#6563082). (burada immanuel tolstoyevski çok güzel açıklamış, tekrar aynı şeyleri söylemeye gerek yok sanırım)

leibniz deyince akla gelen bir başka şey de muhakkak ki calculus’tur. bu kitapta da 2.dersin sonlarına doğru differential equations for dummies yapılmıştır ki dadından yenmez. diferansiyel hesaplamanın mantığını çok güzel özetlemiştir. kısaca göz atarsak der ki; elimizde bir denklem var ve biz de burdan dx ve dy diye bir şey üretiyoruz, bu dx ve dy ler sonsuz küçük niceliklerdir. yani ne demek bu; dx x ile karşılaştırıldıgında o kadar küçüktür ki x için dx=0 dır. aynı şey y için de geçerli tabi. x'e göre dx=0 dedik ama bakıyoruz ki dx/dy = 0 diyemiyoruz, yani dx, x'e göre bir hiç, dy de y'ye göre bir hiç ama dy/dx bir şey yani ifade edebileceğimiz bir nicelik. normalde y^2 ile x i karşılaştıramazken bu dy/dx oranı bize bu olanağı vermektedir. bu da fiziksel gerçeklik ilke matematiksel hesabın iç içe geçmesini sağlayan şeydir.

özetlersek leibniz üzerine beş ders güzel bir kitaptır. öncelikle leibniz’i tanımak ve sevmek ardından da deleuze ile tanışılmadıysa deleuze’u tanımak ve sevmek için güzel bir fırsattır. deleuze'un bu ders kayıtları kant üzerine dört ders ve spinoza üzerine onbir ders şeklinde devam etmekte. 


(20.10.2008 01:37)

2 Aralık 2011 Cuma

Gördün mü bak 28 oldum?

blogspotu ilk açtığımda demişim ki "her şeyden çok çabuk sıkıldığım için büyük ihtimalle bundan da sıkılıp bi süre sonra bırakacağım." ki çok haksız da değilmişim 1 sene önce açmışım 3-5 bişey karalayıp bi daha da uğramamışım. bugün nerden estiyse tekrar girip şablonuyla şusuyla buyuyla oynayıp tekrar bi el atayım istedim. 

aslında bu blogu açarken kafamdaki şey daha farklıydı, kategorilerle belirli konu başlıklarında saçmalamaca oynamak istiyordum, ama malum teknoloji özürlünün önde gideni olduğum için ne gerçekleştirmek için çaba sarfettim, ne de bi yardım alayım dedim. 

neyse zaten bunları demek için gelmedim buraya, ne demek için geldiğimi de bilmiyorum, ama geldim işte. demek ki bi sıkıntım var ki burdayım. sıkıntım 27'den kurtulmuş olmam mı? zannetmiyorum, çünkü 28'in de aynı boktanlıkla devam edeceğine emin gibiyim. zaten niye anlam yükleriz ki yıllara, geçip gidiyor işte, birbirinin aynısı günlerin integralini alsak da bize aynı sonucu vermeyecek mi? integralin sınırları da çocukluktan yaşlılığa olsun. inanmıyosan bak sonucun aynı çıkacağını bir ben söylemiyorum, murat uyurkulak da söylemiş bazuka'sında..

"çocuklukla yaşlılık arasındaki dönem araf misali; kitabesi ağır mesailerle, küçük hesaplarla, kesif mutsuzluklarla yazılan bir mezartaşının gölgesinde azap gibi boktan hayatlar..."


madem öyle bu da kendime doğum günü hediyem olsun: