5 Aralık 2011 Pazartesi

out of place / yersiz yurtsuz

edward wadie said "yersiz yurtsuz"’u yani kendi kaleminden kendi hikâyesini, lösemi hastası oldugunu öğrendiği sıralarda hastalığıyla baş etme biçimi olarak verdiği tepkilerden biri olarak ve aynı zamanda onu siyasî hayatından olabildiğince uzaklaştırdığı için onu kamçılayan yepyeni bir heves olarak görüyor ve bu müthiş kitap ortaya çıkıyor.

bu yeni hevesi aslında kitabı yazdığı zamanki yaşamıyla, eskiye dair yaşamı arasındaki zamansal ve mekansal uçurumun iki yakasını bir araya getirme ihtiyacından kaynaklanıyor.
kitapla ilgili ayrıntılara geçmeden önce, kitap edward said’in yaşamı ve anıları çerçevesinde bir nevi o yılların ortadoğu’suna (filistin, lübnan iç savaşı, kahire, mısır,vs.) ve amerika’sına ışık tutması bakımından önemli. edward said son derece samimi, içten ve kompleksiz bir şekilde bütün hayatını döküyor ortaya.

kitabın büyük bir bölümünde çocukluğuna ve gençliğine yer vermiş said. 1 kasım 1935 yılında kudüs’te dünyaya gelmiş. 4 kız kardeşi var, baba işadamı, anne ev hanımı. annesiyle çok garip bir ilişkisi var, çoğu zaman annesine babasından çok daha yakın, hatta babasıyla aralarında köprü görevi gören anne. genelde yaramaz bir çocukluk geçirdiğinden evde anne-baba zaman zaman sıkı yönetim uyguluyor ama yine de zamanına göre çok fazla kitaba ve filme ulaşma imkanı var. annesiyle okumalar yapıyorlar, ve en sevdiği zaman dilimlerinden biri bu anlar. annesiyle garip bir ilişkisi var demiştik; edward said annesi yanında olmadıgında sevdiği bir şeyi yapmanın ihanet oldugu hissine kapılıyor çoğu zaman. ve yine aynı anne durduk yere “çocuklarımın hepsi de benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu” diyerek şaşırtabiliyor. annesi kardeşler arasında uzlaşmayı teşvik etmek yerine tam tersine genelde rekabete sebep oluyor. hatta annesiyle ilgili anlattıgı bir anektodu ister istemez akla gofret beyin’in “anneye fak yu demek” entrysini getiriyor :

“arapça konuşmayı kesip ingilizce’ye döndüğünde, ana dilindeki bağışlayıcılığı, nağmeli yakınlığı handiyse kapı dışarı eden, daha nesnel, daha resmi bir hava oluşuveriyordu birden (s.17)” ( http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=26427459 )

çocukluğunun büyük bir kısmını kahire’de geçiriyor yazları dûr ve filistin’e gittikleri de oluyor ama çoğunlukla kahire’de. kahire’de bir ingiliz okuluna gidiyor, okulundan nefret ediyor çünkü çoğu zaman orada mutsuz, diğer öğrencilerin onun mısırlı oldugunu düşünmelerine rağmen onu hep “iğreti” buluduklarını düşündüğünden olsa gerek. filistin ise hep aklının bir köşesinde. halası mısır’da filistinliler için çok ugrasiyor çoğu zaman da kimseden yardım almadan, bir başına bu insanlarla birlikte oluyor, onlar için elinden ne gelirse yapıyor. kısacası filistinli mültecilere kol kanat geriyor.

edward said çoğu zaman eğlenmesine fırsat bırakmayan programların, ödevlerin arasında kapana kısmış gibi hissediyor kendini, uykuyu pek sevmiyor bu özellikleriyle “allahım uykuyu sevmeyen insanlar da varmış demek ki bu dünyada” dedirtse de tavlada pulları olması gereken yerlere koymak için hep eliyle sayması, ve nişan alırken tek gözünü kırpamaması gibi özellikleriyle de yalnız değilmişim dedirtiyor. hatta ortaokul yıllarındayken fen bilgisi dersinde mikroskoba tek gözümü elimle kapamadan bakamayışımı aklıma getiriyor.

ona "edward" veya "said" denilmesinden hangi ülkede veya nasıl bir okulda oldugunu anlayabildiğimiz edward said’e “ed” denilmeye başlandığı anda anlıyoruz ki artık amerika’da. yüksek öğrenimini tamamlamak üzere princeton üniversitesine başlıyor, daha sonra masterını ve doktorasını da harvard üni.de devam ediyor. doğal olarak kendini burada da yabancı hissediyor. amerikalılarla ilgili düşündükleri de; genelde onların samimiyetten ve derinlikten yoksun olduklarını hissediyor ve onların samimiyet zannettiklerinin yüzeysel bir şakacılıktan ve takım arkadaslarına özgü şişirme bir coşkudan ibaret oldugunu düşünüyor.

enetellektüel kimliğine ayrıntılı bir şekilde değinmese de kitaptan sonra akılda kalan lukacs, sartre, heidegger, kierkegaard, nietzsche, freud gibi düşünürler, müzikte ise özellikle beethoven ve wagner’in ele alındığı her türlü eserin edward said’in oldukça ilgisini çekmesi onun entelektüel kişiliği hakkında yeterince ipucu veriyor.

kitabın sonlarına doğru anlıyoruz ki said’in hep şikayet ettiği “yabancı” veya “yanlış” olmayı artık pek sallamadığını hatta “doğru”, “yerli yerinde” olmaktansa yersiz yurtsuz dolanıp durmayı, bundan böyle de hiçbir yerde kendini pek de evinde hissetmeyecek olmayı daha iyi bulduğunu görüyoruz.

(18.02.2009)  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder